YERLİ ÜRETİM SİNYAL VERİYOR- Dr. İlhami Pektaş
Kurtuluş savaşından sonra Türkiye o zamanki zor şartlar altında dahi kendi milli savaş uçağını üretip yabancı ülkelere satabiliyordu. Ancak NATO’ya girişimizle ve Marshall yardımlarının başlamasıyla birlikte 1950’li yıllardan itibaren birçok askeri silah araç ve gereçlerini başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinden almaya başladık. Ulaşımda demiryolu yerine ülkemizde olmayan petrole bağımlı otoyol projelerini benimsedik. Bunun neticesinde milli sanayimiz dışa bağımlı hale geldi. Türkiye’nin 1960’lardan sonra montaj sanayi stratejisini benimsemesi ile milli sanayi ve milli marka üretimine bir türlü geçilemedi. Teknolojisini hayranlıkla karşıladığımız ürünleri hep yurt dışından alır olduk. Aldığımız ürünleri ‘Biz bunu daha iyi nasıl tasarlarız ve nasıl üretebiliriz?’ diye hiç düşünmedik. Kolumuzdaki saatten, cebimizdeki telefona, masa ve diz üstü bilgisayarlardan, fax ve fotokopi makinasına, röntgen cihazından, MR ve Tomografi cihazına, bindiğimiz otomobilden uçağa kadar yabancılardan aldıkça daha çok talep ettik. Elin malı çok hoşumuza gitti marka beğenmez olduk ve bunu her sektöre yaydık. Birlikte başladığımız G.Kore bugün GSYH olarak 1 trilyon 392 milyar dolar ile Dünyanın 11.ci büyük ekonomisi haline gelirken Türkiye, 722 milyar dolar ile 18.ci sıraya geriledi. G.Kore’nin sadece Samsung markasının değeri 66,2 milyar dolar. Dünyanın en büyük 8.inci araba markası olan Hyundai’nin marka değeri 19 milyar dolar.
Maalesef zamanında devlet politikamızı kalkınma odaklı olarak netleştiremedik. Başkasının aklıyla yapılmış ürünlere bel bağlamanın, onları kullanmanın ileride bizi yalnız ve çaresiz bırakabileceğini hiç düşünemedik. Stratejik ürünlerde parasını versek dahi ihtiyaçlarımızı temin edemedik, edemiyoruz…
Aradan geçen bunca zaman içinde ne yazık ki ülkemiz, tüketim toplumu olmaya yöneltildi. Üretimden her geçen gün uzaklaşıyoruz, kısacası artık hepimiz iyi bir tüketiciyiz, tüketim toplumu haline geldik. Sanayide çarklar maalesef eskisi gibi dönmüyor. Giderek yavaşlıyor hatta bir çoğu durmaya başladı. Bin bir güçlükle kurulan yerli tesislerimiz de birer birer teknoloji transferi yapmayan kar amaçlı yabancılara satılarak onların insifiyatına bırakılıyor. Bugün içinde bulunduğumuz durum, yaşadığımız ekonomik sorunlar, işsizlik, cari açık ve yabancıya olan aşırı bağımlılık yaklaşan tehlikenin ayak seslerini işaret ediyor.
Üretken olmayan sektörlerin ekonomide artan yoğunluğu, düşük ve orta teknolojilere dayalı gelişen üretim ve dış ticaret yapısı Türkiye ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu en temel riskleri oluşturuyor. Ekonomide yapısal değişim sağlanamıyor, dışa bağımlılık artıyor ve sanayide sorunlar giderek derinleşiyor… Ekonomimiz düşük teknoloji tuzağı ile karşı karşıya…
Neredeyse yüzde 13 enflasyon, yüzde 13’lere yaklaşmış işsizlik, yüzde 14’lere gelmiş faiz seviyesi ve bunun yanı sıra makine ve teçhizat yatırımlarında eksiye düşmüş bir ekonomi. Ücret seviyeleri, işsizlik ve enflasyon bir arada değerlendirildiğinde ülke ekonomisi hızlı bir yoksullaşma ve kutuplaşma içinde. Türkiye sanayiden, tarımsal üretimden uzaklaştıkça, ortaya çıkan boşluğu inşaat- gayrimenkul, alım-satım ve hizmet faaliyetleriyle dolduruyor.
Fortune’nin Türkiye’nin en büyük 500 şirketi listesinin 2014 yılı sonuçlarına göre, üretim yapan şirketlerinin geliri yüzde 15 düşerken, inşaat firmalarının geliri yüzde 17.6 oranında artmış durumda. Bu rakamlar, son yıllarda sanayi sektöründen inşaata kaçışı doğruluyor.
Ekonomideki durgunluğun bir diğer önemli göstergesi de büyüme oranları ve milli gelir seviyesidir. Milli gelirde uzunca bir süredir 10 bin dolar engeline takılıp kaldık. Orta gelir tuzağı içinde bocalayıp duruyoruz. Bizim gibi ülkelerin ekonomilerinde görülen bu duraklama ve tıkanma, orta gelir tuzağı olarak açıklanıyor. Orta gelir tuzağı, Ekonomik büyümenin sürdürülemeyişi, sürdürülemez oluşu anlamına geliyor. Bu durum teknolojik gelişme ile yakından ilgilidir. Teknoloji kendini yenileyemiyor. Modern üretimin gerektirdiği inovasyon, teknolojik atılımlar ARGE ve yenilikler yapılamıyor ve yüksek teknolojiye geçilemiyor.
“Orta-yüksek teknoloji” kategorisinde yer alan sektörlerin katma değer payı % 26.2, üretim değeri payı % 24.0 ve tesis sayısı payı ise %8.4 oranında gerçekleşirken, “düşük” ve “düşük-orta” kategorilerin toplam katma değer payı % 70.5, üretim payı %73.5 oranında gerçekleşmiştir.
Ülkemizde yüksek teknoloji içerikli sektörlerin üretim, katma değer ve tesis sayısı paylarının son derece yetersiz kalması, ekonominin bağımlılık riskine ve bağımlılık / az gelişmişlik seviyesinin içinde kalmaya neden oluyor. Dışa bağımlı ve üretimden uzaklaşarak giden bir sanayi yapısı daha doğrusu milli sanayinin olmayışı ekonomiyi büyük sorunların içine itiyor. Ekonomide yaşanan bütün bu olumsuzlukların sonucu; sürekli dışarıdan sermaye ve teknoloji ithalatıyla nefes alıp veren, yani suni teneffüs yapan bir ekonomik yapı, tüketim ekonomisine bağımlılık, dolayısıyla borçlanma, tasarruf edememe, yatırım yapamama ve sonuçta yüksek oranda işsizlik ve cari açık sorunlarını ortaya çıkarıyor.
Tüm bu gelişmelerin ışığında sanayi üretimi alarm sinyalleri veriyor. 1998 Yılında (cari fiyatlarla) milli gelirin yüzde 23.9’u imalat sanayinin üretiminden oluşuyordu. Bu oran 2012 yılında yüzde 15.6’ya geriledi. Demek ki son yıllardaki gündeme gelen GSYH büyümesi, sanayi büyümesine, üretime dayanmayan bir büyüme.
Acaba büyüme sanayi değil de tarıma mı dayanıyor diye araştırdığımızda 1998 yılında tarımdaki milli gelir yüzde 12.1 iken, 2012 yılında yüzde 7.7’ye gerilemiş olduğunu görüyoruz. İnşaat kesiminde son yıllarda hareket arttı. Fakat anlaşıldığı kadarı ile inşaatın milli gelire katkısı 1998 yılının da gerisinde. Açıkça söylemek gerekirse milli gelir oluşumunda tarım ve sanayi üretiminin ağırlığının azaldığı ve hizmet sektörüne dayalı bir büyüme eğiliminin ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Merkez Bankası verilerine göre, özel firmalar 2002 yılında dışarıdan sağladıkları 29 milyar dolarlık kredinin yüzde 27’sini imalat sanayinde kullanıyorlardı. 2014 yılına gelindiğinde, kullanılan kredi tutarı 164 milyar dolar seviyesine çıkarken imalat sanayi için kullanılan pay, yüzde 13,6’ya kadar gerilemiştir. 2002–2014 döneminde özel sektörce sağlanan uzun vadeli dış borçların sektörlere dağılımında en çarpıcı gelişme, inşaat-emlak sektöründe yaşanan yoğunlaşmadır.
Konut kredisi rüzgârını arkasına alarak büyüyen inşaat-emlak sektörü, banka kredilerinden en çok pay alan sektör olarak öne çıktı. 2003’te bu sektörün toplam kredilerdeki payı yüzde 8,3 iken 2014’te yüzde 11,5 a kadar arttı. İmalat sanayi ise 2013 yılında banka kredilerinden yüzde 42,5 oranında pay alırken, üretimin azalması sonucu 2014 yılında payı yarı yarıya yüzde 21’e düştü. İnşaat-emlak sektörünü takip eden ulaştırma ve haberleşme sektörü ise payını yüzde 3,6’dan yüzde 7’ye çıkardı. Dış kredi kullanımında inşaat, ulaştırma-haberleşme ve enerji sektörleri öne çıkarken, imalat sanayi 2002’deki % 25 düzeyinden 2014 yılında % 13,5 oranına düştü. Son 12 yılda sağlanan dış kredileri kullanma bakımından imalat sanayinin payının 13 puanın üstünde gerilemesi, Türkiye’nin sanayiden uzaklaşmasını göstermektedir.
2002-2014 yılları arasında milli gelirdeki payı yüzde 4 olan Gıda sektörü yüzde 2,5’e, tekstil-konfeksiyonda yüzde 4’ten yüzde 1,6’ya, Demir-çelik sanayinin başını çektiği ana metal sanayinin ise yine yüzde 4’ten yüzde 2’ye, Otomotiv ve gemi sanayisini kapsayan ulaşım araçları imalatı sanayinde yüzde 4’ten yüzde 2’ye, Kimya sanayinde de yüzde 3,6’dan yüzde 1’e gerilemiştir.
Ekonomik büyüme sürecinde sanayiden uzaklaşıp inşaat ve öteki hizmet sektörlerine yönelim banka hareketlerinden de rahatlıkla gözlenebilmektedir. Tüm bu göstergeler üretimin sanayiden uzaklaşılıp inşaat, emlak ve hizmetlere yönelişini açıkça ortaya koymaktadır.
İnşaat ve diğer hizmet sektörleri için 2003’te kullandırılan kredi miktarı 69,6 milyar TL ve toplam milli gelirin yüzde 15,2’si iken, 2014’ de kullandırılan kredi, 1 trilyon 195 milyar TL ile aynı yılın milli gelirinin yüzde 67,8’sini oluşturdu. Kredi hacminin yüzde 15,2’inden yüzde 67,8’ine kadar genişlemesi, iç pazar ağırlıklı büyümenin de rüzgârı olmuştur.
Kredilerin yöneldiği alanların başını tüketici kredileri çekti ve payı 2013’teki yüzde 10’luk düzeyden yüzde 26’ya kadar çıktı. Perakendeciliğin, ithalatın, AVM yapımlarının yükseldiği bu yıllarda ticaret sektörünün banka kredilerinden aldığı pay da yüzde 10,5’ten yüzde 14’e yükseldi. Konut kredisi rüzgârıyla büyüyen inşaat-emlak sektörü, banka kredilerinden en çok pay alan bir diğer sektör olarak öne çıktı. 2003’te bu sektörün toplam kredilerdeki payı yüzde 8,3 iken 2014’te yüzde 11,5’e yükseldi. İmalat sanayi ise 2013 yılında banka kredilerinden yüzde 42,5 oranında pay alırken, üretimin azalması sonucu 2014 yılında payı bu oranın yarısına yani yüzde 21’e düştü.
Bu verilere göre imalat üretiminden emlak-inşaat, perakende, hizmet gibi dış ticarete fazla konu olmayan, iç pazara dönük, döviz harcayan sektörlere bir yöneliş olduğu anlaşılmaktadır. Perakende hizmet sektörüne örnek olarak AVM’leri verebiliriz. Ülkemiz genelinde 2016 yılı sonu itibariyle aktif olarak faaliyet gösteren AVM sayısı 379. Planlanan yatırımlar incelendiğinde de Türkiye genelinde AVM sayısının 2019’da 453’e ulaşması bekleniyor. 2007 yılından buyana Türkiye’deki AVM sayısı yüzde 161 oranında artmış durumda.
İmalat sanayinde 1980 sonrası, özellikle KİT sanayi kuruluşlarının tasfiyesi ve kamunun sanayiden uzaklaştırılmasıyla başlayan gerileme, 2000’li yıllarda daha da artmıştır. 2003 yılında imalat sanayisinin milli gelire katkısı yüzde 17,6 paya sahip iken bu pay, 2013 yılında yüzde 15,3’e kadar düşmüştür. Buna karşılık inşaat-emlak sektörü, 2003 yılında milli gelire yüzde 12,5 olan katkısını izleyen yıllarda da artırmış ve 2013 yılında yüzde 14,4’e çıkmıştır.
Çelik sektöründe 2011-2015 döneminde tüketim yüzde 27,5 artmasına karşın üretim yüzde 7,6 daralmıştır. Artan tüketim ise Çin, Rusya ve Ukrayna’dan yapılan ithal ürünler ile karşılanmıştır. Bu dönemde çelik ihracatı yüzde 9 azalırken, ithalat yüzde 78 arttı. Bunun sonucunda da önceki yıllarda çelik ihracatçısı olan Türkiye, şimdi ithalatçı bir ülke konumuna düşmüştür.
İmalat sanayinde son yıllarda yabancı sermaye yeni fabrika kurmak, teknoloji transferi yapmak yerine, mevcut kurulmuşları satın almak için gelmeye başladı. Üretim değerine göre Türkiye’de sanayi ve hizmet sektöründeki tüm işletmelerde yabancı kontrol oranı % 14.1 dolayındadır. Ülke genelinde 2015 yılında gerçekleşen toplam üretimin % 16’sı yabancı sermaye gruplarının kontrolündedir. Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşunun 123’ü yabancı sermayeli kuruluş olup tütün ürünleri sanayinin yüzde 69,0’ı; Otomotiv sanayinin %50,3’ü; Elektronik sanayinin %48,5’i bu kuruluşların kontrolündedir.
Dünya Bankası’nın yayınladığı istatistiklere göre daha önce tarımsal üretimde dünyada beşinci sırada olan Türkiye, 2014 yılında dokuzuncu sıraya gerilemiştir. Ülkemizde tarımda, son 40 yılın en büyük düşüşleri yaşanmıştır. 1968 yılında yüzde 7, 1973 yılında yüzde 7.8, 1989 yılında yüzde 7.6, 2007’de yüzde 7.3 ve 2014 yılında yüzde 3 oranında daralmalar oldu. Tarım alanları 2002’de 164 milyon dekar seviyesindeyken 2016 yılı itibarıyla 147 milyon dekara kadar azalarak yüzde 10 daraldı. 2002’de 2.6 milyon kişi çiftçilik yaparken bugün bu rakam 2016 tarihi itibarıyla 2.2 milyona düştü. Tarımda gayrisafi milli gelir 1970’lerde % 30 iken bu oran 1980’ler ve 1990’ların başlarında yavaşlayan düşüşle önce % 15-20 aralığına ve son zamanlarda yüzde 8’e kadar azaldı.
2016 itibariyle Türkiye’de geçimini tarıma dayalı işlerle sağlayan kişi sayısı yaklaşık 15 milyon. Bu, toplam ülke nüfusunun %20’sini oluşturuyor. Buna karşın Gayri Safi Yurt İçi Hasıla içinde tarıma düşen pay % 8’de kalıyor. Türkiye’nin nüfusu 2002’den bu yana yüzde 23 artışla 80 milyonlar düzeyine ulaştı. Ülkemizde 2000’li yılların başından günümüze tarımla uğraşan nüfusun hızla tarımdan uzaklaştığı görülüyor. Türkiye’de görülen bu “tarımdan vazgeçme” eğilimi her geçen gün de artıyor. Dünya ülkeleri tarım yolunda uzmanlaşarak, ciddi yatırımlar yaparken, Türkiye ise ithalata dayalı bir ekonomi izliyor. Yani tüketenler arttı üretenler azaldı. Bir zamanlar gıda maddeleri dış ticaretinde 5.7 milyar dolar fazla veren Türkiye, 2014’te tarımsal ürünler dış ticaretinde 5 milyar 94 milyon USD açık verdi. 2016 yılının Ocak-Kasım döneminde toplam 14,3 milyar USD’lık tarım ve gıda ürünü ithal edildi. Tarımda kendi kendine yeten Türkiye, artık karnını doyurmak için Arjantin’den mısır, Ukrayna’dan buğday, Şili’den ceviz ve angus, Sırbistandan’dan et ithal eder hale geldi.
Ayrıca üretimden uzaklaşan üreticilerin fabrikaları ve tarlaları, ekonomik olarak zora giren ya da büyüyemeyen yerli tarım ve gıda şirketlerimiz global firmalar tarafından birer birer satın alınıyor. Gıdada yabancılaşma ve tekelleşme eğilimi arttı. Gıda sektöründe yabancı şirketle evlilikler son 25 yıl içinde, özelleştirme sürecinde ve özellikle kriz sonrasında ivme kazandı. Sektörde tekelleşmenin boyutları da büyüdü
Türk gıda devi Banvit’i Brezilya merkezli BRF GmbH’ye satıldı, Sıvı yağlarda Suudi Arabistan’ın SavolaGroup adlı firma başı çekiyor. Ayçiçek Yağı pazarının %40’ına bu Suudi firması egemen. Yağ Sanayinde kurulu kapasitenin %65’i, pazarın da %80’i yabancıların elinde. Turyağ yağları ABD’li Cargill, Koza ve Vadi yağları ABD’li Seaboard Corporation, Yudum yağları Suudi Arabistanlı Afia International, Oruçoğlu yağları Birleşik Arap Emirlikleri Trans-Atlantic Group DMCC firmasının kontrolünde. GroupDanone ve Ülker HeroBaby Bebek mamasının %90’ı yabancıların. Hazır kahvede egemen olan Nestcafe yabancı. Türkiye’nin fındık devi Oltan Gıda, Nutella ve Kinder’in üreticisi İtalyan çikolata devi Ferrero Grubu’na satıldı. Süt, yoğurt ve makarna piyasasında Danone ve Pastavilla grubu, Gıda perakendeciliğinin dört büyük tekeli olan Carfoursa, Migros, Metro ve Tesco; Fransız, Alman ve İngiliz kökenli firmalar tarafından yönetiliyor. Türkiye’nin lider sirke ve sos üreticisi Kemal Kükrer, Japon Ajınımoto, Yörsan’ın yüzde 80 hissesi, Dubali fon Abraaj Gurubu’na satıldı. Danone, Coca Cola, Pepsi, ve Nestle, sırasıyla Hayat ve Sırma, Damla, Erikli, Aqua gibi Türk firmalarını bünyesine kattı. Gıda firmalarımızın çoğunun markası Türk olsa da sahibi yabancıdır.
Dünyada çiftçiler ve işletmeler daha yeni teknolojilerle tarıma yönelirken, Türkiye’de üreticiler tarımdan vazgeçiyor. En önemli neden ise gelir düzeyinin düşüklüğü. Her geçen gün artan maliyetler ve düşen ürün fiyatları ile bu kötü tablo gittikçe derinleşiyor.
2023 yılında tarımsal milli geliri 150 milyar dolar, tarımsal ihracatı da 40 milyar dolar seviyelerine ulaştırma hedefi koyan Türkiye’de, bugünkü uygulanan politikalar ile bir yere varamayacağı aşikar.
Küçük üreticiler birçok olumsuz uygulama ve adil olmayan ticaret ortamından dolayı pazara uyum sağlayamıyor ve ürettiğini satamayan, karşılığını alamayan üreticiler, özellikle de gençler üretimden vazgeçiyor. Tarlalar boş kalıyor. Örneğin, ülkemizde 2 milyon hektar tarım alanının boş kaldığı belirtiliyor.
Dış kaynağa ve ithalata bağımlılığın ve büyüyen cari açık riskinin üstüne, ekonomideki kırılganlığın artması, siyasi ve jeopolitik risklerin büyümesi ile iç talepte de önemli çekilmeler başladı. Bu, özellikle dayanıklı tüketim mallarına talebin düşmesi ve yatırım malları üretiminin azalması şeklinde kendini gösteriyor. Öte yandan, dış talebin dolayısıyla ihracatın beklenen ölçüde canlanamaması ve komşu ülkelerde yaşanan olumsuz gelişmeler sanayi üretimini daha da çıkmaza sokmuştur. Bu gelişmeler sonucunda imalat sanayisinin GSYH içindeki payı giderek azalmıştır.
Üretimi, özellikle imalat sanayini zayıflatan bu rant ekonomisi anlayışı yerine rekabet gücüne sahip, yüksek teknolojili imalat sanayiye yönelişi içeren bir anlayışı oluşturmak kaçınılmaz hale gelmiştir.
Sonuç olarak:
Ekonominin içinde bulunduğu bu tehlikeli dar boğazdan çıkabilmek için, 21’inci yüzyılın sunduğu yeni ve ileri teknoloji imkanlarını en iyi şekilde uygulayan, katma değeri yüksek ürünlere yönelen bir üretim ekonomisi anlayışını öne çıkarmak ve geri plana atılan sanayileşmeyi, yatırım yapmayı yeniden ön plana çıkarmak gerekiyor. İleri teknoloji, bilim ve ARGE desteğiyle yükselecek yeni bir üretim ekonomisi anlayışı, orta gelir ve orta teknoloji tuzaklarını aşmanın, işsizlik, cari açık sorunlarını çözmenin en iyi yoludur. Tek çözüm ithalattan vazgeçerek yerli üreticiye destek olmak ve Milli sanayimiz kurmaktır.