HEP BİR ACELEMİZ VAR-Dr.İlhami Pektaş

Zaman o kadar hızı akıp geçiyor ki, insanların telaşına zaman da uymuş gibi. Ya da zamanın hızına ayak uydurabilmek için insanlar bu kadar telaştalar. Demek ki hep acelemiz var.
Artık hayatımız hep telaş oldu. İşte telaş, okulda telaş, trafikte telaş, evde telaş, alışverişte telaş…
Hep bir Telaş, telaş… Hayatımız telaş, her şeyimiz telaş. Uzay çağı, bilgi çağı derken artık telaş çağındayız. Hep acelemiz var. Oradan oraya koşuyoruz. Yedi günümüzü, yirmi dört saatimizi planlıyoruz. Ajandalarımız yapılacaklar listeleriyle dolu. Ancak yine de bir eksik olduğu duygusundan kurtulamıyoruz. Çünkü çağımızın hastalığı olan hız tutkusu sürekli olarak hareket halinde olmaya zorluyor bizi.
Her şeyin Bitmesi lazım. İşimiz, gücümüz, telaşımız var.
Trafikte acelemiz var, acele bir yerlere yetişeceğiz.
Kimseye yol vermek yok, önce ben ilkesiyle hızla, acele.
Kendi acele ettiği gibi önündekileride acele ettiriyor.
Hayatımız hep acele sınavlarla geçiyor, acele, hep önde olmamız lazım en önce bitirmemiz lazım.
İşlerimiz acele, hemen yetişmesi lazım. Faturalar, hesaplar, hemen bitmeli.
Doya doya bir yemek bile yiyemiyoruz. Fast food ayakta acele yemeli. Hatta bir hap olsada bir hapla yemek işini bitirsek ne güzel olurdu.
Gerçekte hız çağında yaşıyoruz Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük Sevmeye bile vaktimiz yok bizim Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında Ama yine de vaktimiz yok.
Bu Hastalığın ismi ‘acelecilik’ :
İçinde bulunduğumuz ve her yerimizi sarmış olan bu bulaşıcı varoluş hastalığının ismi ‘acelecilik’. Kısa yoldan, kestirmeden köşe kapma hastalığı da bundan kaynaklanıyor. Hep yetişilmesi gereken bir yer, kaçırılmaması gereken bir randevu, mutlaka yapılması gereken bir iş, görülmesi gereken insanlar, okunması gereken kitaplar, izlenmesi gereken filmler var. Sizin gibi çoğu insan da dopdolu ajandalarıyla planlı programlı, hobili ‘başarılı’ hayatlar yaşıyor. Ama işte o duygu, o rahatsızlık duygusu yok mu, o hepimizin yakasında… Ruhumuza işlemiş.
Bir şey yanlış gidiyor ama ne? Bir şey eksik ama ne?
O belirsiz sondan kaçmak için gittikçe artan bir hızla ona doğru koşuyoruz aslında.
Seçenekler, seçenekler, seçenekler içinde kayboldukça daha da tatminsizleşen zavallı ruhlarımızı o deneyimden bu deneyime savurup duruyoruz. Nefes almadan, asla durup dinlenmeden… Kaybedecek vakit yok. Hadi hadi hadi… Peki bu dopdolu koşuşturmaca nereye? İşte kimse onu düşünmek istemiyor. O belirsiz sondan kaçmak için gittikçe artan bir hızla ona doğru hızla koşuyoruz aslında…
Sakin sakin yaşasak… Hayatın tadını ala ala. Bir yerlere yetişme çabasıyla hayatı yakalamak isterken asıl kaybeden biz oluyoruz. Baharın güzel kokusunu alamadan, kışlara geçiyoruz. Sonbaharın hüznüne doyamadan yazlar yaşıyoruz. Ve bu aceleden her mevsimden sıkılıp bir sonrakini istiyoruz. Daha sonra da, “Ne de çabuk geçti mevsimler, hayatımızdan 1 yıl daha geçti.” diye sitemlere başlıyoruz.
Durun bir an, düşünün biraz. Hayatı bu derece hızlı yaşayıp, hayatta var olan her türlü geçici değeri, bizim diye sahiplenip yaşamak. Nereye kadar? Yaşadığımız anın tadına varmadan biten hayatlar. Kaybedilen, aslında hiç var olmamış zamanlar. Boş yere tükettiğimiz mevsimler, aylar, yıllar. Oysa mevsimler hep aynı. Dünya dönmeye devam ediyor. Bizim acelemiz var diye yavaşlamıyor ki! Doğa olması gerektiği gibi. Kendi sırası geldikçe yaşıyor, yaşatıyor mevsimlerini. Güneş biz istiyoruz diye daha geç doğmuyor ki! Ay biz istedik diye gecemize ışık olmuyor ki! Her şey olması gerektiği gibi, olması gereken zamanda oluyor.
Fakat insan dediğimiz canlılar ille ki herşeyden çaldığı gibi zamandan bir şeyler çalmaya çabalıyor. İşte o zaman büyük bir dengesizlik başlıyor. Aslında hayatımızdan çaldığımızın da farkında değiliz.
Bedenimiz ruhumuzdan daha hızlı koşuyor. Daha önde . Bunda bir terslik var.
Evet freni patlamış kamyon gibi, gazı kaçan balon gibi,
deli danalar gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekip,
biraz mola verip dinlenip ruhumuzun bize yetişmesini beklememiz gerekiyor..
Yoksa bu hastalığın esaretinden kurtulamayacağız hiç bir zaman.