Zaman o kadar hızlı akıp geçiyor ki, insanların telaşına zaman da uymuş gibi. Ya da zamanın hızına ayak uydurabilmek için insanlar bu kadar telaştalar. Demek ki hep acelemiz var.
Artık hayatımız hep telaş oldu. İşte telaş, okulda telaş, trafikte telaş, evde telaş, alışverişte telaş…
Hep bir acele, hep bir telaş… Hayatımız telaş, her şeyimiz telaş. Uzay çağı, bilgi çağı derken artık telaş çağındayız. Hep acelemiz var. Oradan oraya koşuyoruz. Yedi günümüzü, yirmi dört saatimizi planlıyoruz. Ajandalarımız yapılacaklar listelerle dolu. Ancak yine de bir eksik olduğu duygusundan kurtulamıyoruz kendimizi. Çünkü çağımızın hastalığı olan hız tutkusu sürekli olarak hareket halinde olmaya zorluyor bizi. Bu kargaşa halinde de yaşamayı unutuyoruz.
Kızıl Goncalar dizisinin bir bölümünde bu konu çok güzel anlatılmış.
İnsan endişeden yaratılmıştır der eskiler halbuki insan acele etmekten yaratılmıştır der bir ayette. Endişe ve acele aynı şeye mi işaret eder. İnsan niye endişe eder, niye acele eder. İnsanın endişe etmesinin de acele etmesinin de nedeni korkudur.
Peki insan neden korkar; ölüm korkusundan.
Peki ölmekten neden korkar insan? Akibetinden mi, noksanlıklarından mı, yaşadıklarından mı, yaşayamadıklarından mı ?
Bütün Dünya bir acele içinde. Haberler, icatlar, şirketler, devletler hepsi acele içinde. Hepsi insan için olduğunu unutmuşlar, insandan öte insana bakmadan, insanı görmeden ve insanı unutarak yarış halindeler. İnsanı geçince de başka bir şey bulacaklarmış gibi, insanı görmeden, insana bakmadan, insanı unutarak koşuşturuyorlar. Başka bir ayette şüphesiz biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik te onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir hem de çok cahildir diye buyurmuyor mu? Zalim kendine zalim, cahil de kendine cahildir. İnsanın melekesini insandan başka bilecek, ona öğretecek bir varlık var mı kainatta? Sorduğumuz soruların cevabını bilen Mars’ta hayat arayanların gözlerinin önünde hayatların yok olmasına göz yummaları neden? Hiç tanımadığımız insanlara bağışlar gönderirken komşularımızla selamlaşmamamız, onların ihtiyaçlarını, sıkıntılarını bilmememiz neden?
İyiliği hep bizden uzakta başka bir alemde ararken acaba iyilikten kaçıyormuyuz? Yakınlarımıza, çevremize iyilikte neden nankör davranıyoruz? İyilik gözümüzün önünde değil mi? Sevindirecek bir çocuk, başını okşayacak bir canlı, aynı sofrada oturacağımız bir yetim, bir garip yok mu? Halini hatırını soruyormuyuz acaba eşimizin, evladımızın? En son ne zaman aradık anne ve babamızı, ne zaman aradık en yakınlarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı?
Başkalarında gördüğümüzde gözümüzü dolduran nezaket üzerimize mi yakışmıyor da imtina ediyoruz göstermekten? Gülümsemek ve selamlaşmak ne zaman sünnet olmaktan çıktı? Haklı olsak bile özür dilediğimizde hangi mahkemede yargılayacaklar bizi? Gönül almak, hatır sormak ne zamandan beri suç oldu. Niçin yapamıyoruz?
İnsan aceleden yaratılmıştır. Yaratılışımızı değiştiremeyiz belki ama acele ettiğimiz şeyleri seçebiliriz. Acele edin; Bir sevgiye, bir selama, bir tebessüme, bir sadakaya, bir telefona, bir mektuba, bir buseye acele edin. Acele edin bu sonsuz alemde bütün iyiliğimizle ve kötülüğümüzle ne denli küçük olduğumuzu idrak etmeye. Sayılı günün çabuk gelip geçeceğini anlamaya acele edin. Terekenizde şevkat ve merhametten başka hiçbir şeyin kalmayacağını hepsinin zamanın seline karışarak yok olacağını, son nefesinizde anlamayı. Acele edin gülmeye, görmeye, duymaya, sevmeye… Acele edin. (Kaynak; Kızıl Goncalar Dizisi).
Sakin sakin yaşasak… Hayatın tadını ala ala. Bir yerlere yetişme çabasıyla hayatı yakalamak isterken, ıskalayarak asıl kaybeden biz oluyoruz. Baharın güzel kokusunu alamadan, kışlara geçiyoruz. Sonbaharın hüznüne doyamadan yazlar yaşıyoruz. Ve bu aceleden her mevsimden sıkılıp bir sonrakini istiyoruz. Daha sonra da, “Ne de çabuk geçti bu mevsimler, hayatımızdan bir yıl daha ne çabuk geçti.” diye söylenmeye başlıyoruz.
Yaşadığımız anın tadına varmadan hayatlar bitiyor. Kaybedilen, aslında hiç var olmamış zamanlar. Boş yere tükettiğimiz günler, aylar, mevsimler, yıllar. Oysa mevsimler hep aynı. Dünya dönmeye yine devam ediyor. Bizim acelemiz var diye yavaşlamıyor ki!
Bedenimiz ruhumuzdan daha hızlı koşuyor. Bedenimiz bir adım daha önde.
Bu işte bir terslik var.
Ne yazık ki “sonra yaparım; daha yaşım ne, başım ne!” diye diye hep kendimizi aldatmaktayız. İnsanların çoğu iki nimetin kıymetini takdirde yanılıyorlar: Sıhhat ve boş vakit. Boş vakitlerinizi faydalı işlerle doldurmaya ve faydalı işler yapmakta acele edin.
İnsanlara faydalı olan kişinin yüreğinde hissettiği huzur, tarif edilemez ölçüdedir. Günümüzde psikologların tavsiyesi, “İyilik yap, kendini iyi hisset” önerisidir. İyilik yapmaya acele edin.
Yunus Emre’nin : “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır?” dediği gibi ilim öğrenmeye acele edin.
Acele edin, gülmeye, görmeye, duymaya, sevmeye.
Acele edin, anı yaşamaya, anın farkında olmaya.
Yağmur varsa ıslanın, güneş varsa ısının, hatta üşüyün hava soğuksa…
Çiçek görürseniz koklayın, kedi, köpek bir canlı görürseniz sevin, başını okşayın, doyurun, ilgi gösterin. Çocuk görürseniz kucağınıza alın, yanağını okşayın, tatlı şeyler söyleyin.
Uzun zamandır aramadığınız, görmediğiniz dostlarınızı arayın, seslerini duyun, Hatırlarını sorun.
Dikkatle bakın etrafınıza.. Gerçekten görün.. Gerçekten yaşayın.. Vazgeçmeyin..
Misafir olduğunuzu unutmayın bu dünyada, bu kısa misafirliğinin tadını çıkarın doya doya. Sonra bir bakarsınız misafirliğiniz bitivermiş.
Sonuçta herşeyini burada bırakacaksın. Seninle gelecek olanlar sadece yaptığın iyilikler, faydalı işler, eserlerin ve geride bıraktıklarının arkandan yapacakları dualar olacak.
Mevlana’nın dediği gibi;
Misafirsin bu hanede ey gönül!
Umduğunla değil, bulduğunla gül.
Hane sahibi ne derse o olur!
Ne kimseye sitem eyle, ne de üzül…
Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi;
Benim üç güzel dostum var. Biri evde kalır…
Biri yolda kalır…
Biri de benimle gelir…
Evde kalan ailemdir…
Yolda kalan dostlarımdır…
Benimle gelen sadece iyiliklerimdir…
Dr.İlhami Pektaş